Bu akımın öncüsü olan Adam Smith, bir ürüne ait “kullanım değeri” ile “mübadele değeri” olduğunu öne sürmüştür. Bunlardan birincisi ürünün kişiye sağladığı fayda iken ikincisi sahip olunan ürün sayesinde kişinin başka bir ürünü satın alabilme kapasitesini ölçen kavramlardır. Yani 50 TL’ye bir ders kitabı alırsınız ve o kitap sayesinde dersinizi yüksek notla geçip iyi bir mezuniyet derecesi ve iş elde etme imkanı sağlarsınız, elde ettiğiniz fayda belki binlerce TL değerinde de olsa (kullanım değeri) kitabın mübadele değeri ancak 50 TL’dir ve karşılığında yalnızca 50 TL’lik bir servetiniz var demektir. Smith bu kavramlardan mübadele değeri ile ilgilenmiş ve bir ürünün fiyatının altın ve gümüş gibi değerli metallerle ölçüldüğünü düşünse de bu değerin ancak ve ancak emekle belirlendiğini savunmuştur. Hani bir altın bilezik alırken yalnızca altının gram fiyatı ile aldığımız takının ağırlığını çarparak bileziğin değerini bulamayız da bir de “işçilik maliyeti” kalemi ekler ya kuyumcular. İşte budur o bileziğin gerçek değeri. Çünkü darphane tarafından basılmış külçe altınla arasında fark vardır. Burada tasarım, el emeği, uğraş ve zahmet daha yoğundur, dolayısıyla 10 gramlık bir bilezikle 10 gram altın arasında değer farkı vardır.
Smith aynı zamanda fiyatın kendiliğinden dengelenmesi gerektiğine inanmıştır. Türkiye’de soğan ekimi ile ilgili bir gerçek bize bu durumu çok iyi anlatacaktır. Bu sene soğan ekimi azalırsa buna bağlı olarak insanların soğana erişimi azalırsa fiyatlar yüksek seviyelere tırmanır ancak ertesi sene bu işin karlı olduğunu düşünen tüm çiftçiler soğan ekeceği için soğan fiyatları arz fazlasından dolayı otomatikman düşecektir. İşte burada görünmez bir el piyasayı dengeye kavuşturur görüşü desteklenir durumdadır, hatta bazı soğan üreticileri bu süreçte zarar ederek tarlalarını satmak durumunda kalabilir ve soğan üretimi tekrar kısılarak fiyatlar yeniden yükselebilir. Bu örnekten yola çıkarak faiz oranları ve işçi ücretlerinin de sermaye ve emek talebindeki değişimlere göre şekillendiğini söyleyebiliriz. Devletin bu sistemdeki rolü piyasaların serbestçe işlemesini sağlamaktır.
18. yüzyıl için oldukça mantıklı önermeleri olan bu iktisadi yaklaşım ne yazık ki yeterli olamamış ve ülkelerin krizlerden çıkması konusunda çözüm sunamamıştır. Bu noktada 1929 Büyük Buhranı’ndan çıkmak için devletlerin daha etkin müdahale etmesi ve piyasanın dengeye kavuşmasına yönelik tedbirler, söylemler ve aksiyonlar alması gerekmiştir.
Çok güzel bir yazı tşk ederiz